>>Hayatı
>>40 Hadis
>>Böyle Bir Dostunuz Oldu mu?
>>Peygamberlerimizin Sabrı
>>Naat-ı Şerif
>>Veda Hutbesi

Allah (C.C) Dostları

>>Hz.Ali(R.a)
>>Ebu Talha
>>Hz.Ubeyde
>>Hz.Ömer(R.a)
>>Hz.Mu’âviye
>>Abdullah-i Ensâri
>>Hz.Ebubekir
>>İmam-ı Rabbani
>>Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri
>>Akşemseddin Hazretleri
>>Mevlana Halid-i Bağdadi
>>Hasan-ı Basri Hazretleri

İlim Tr

Dost İle Dostmuyuz?

Dost ile dost muyuz?

Bir süredir, özellikle son bir yıldır ibadetlerimde meydana gelen
gevşeklikten son derece muzdariptim. Namazlarımı vaktin sonuna kadar
sarkıtıyor, öylece kılıyordum. İbadetlerimdeki lezzet ise yitik bir haldi
benim için. Oysa, namazda yakalayamadığım karşı karşıya düşüşü, gökyüzünü
seyrederken yüreğimi sarsacak kadar yakalayabiliyordum. Hac da tam olarak
anlayamadığım bir ibadetti. Yokluğunu en derinden hissettiğim Rasulullah
(a.s.m.)’ın kabrini ziyaret etmeyi yürekten isterken, Kâ’beyi düşündüğüm
zaman aynı titreşimi hissedemiyor, yakalayamıyordum.
 
Biliyordum ki insan Zat’ına muhatap olmak için yaratılmıştı. Kendi gizli
özelliklerini açığa çıkarmak için kainatı yaratmış, kainatın içerisindeki
varlıkların bir kısmını hayat mertebesine yükselterek seçmiş, hayatı
vermesiyle her bir varlığı kainatın bir küçük özeti, gözü konumuna
getirmişti. Hayat sahibi varlıklardan bir kısmına da birer ruh vererek
onları hayatın nimetlerini arzular ve karşılık verir bir hale çevirmişti.
Hayatta çoğalan ve boyut atlayan özellikler, ruhun devreye girmesiyle bir
kez daha boyut değiştirmiş, böylece ruh sahibi olan varlık kainat ağacının
çiçeği konumuna geçmişti. İnsan ise bu ağacın meyvesiydi, gözbebeğiydi.
Kardeşleri hükmündeki diğer varlıkların üzerinde bir temsilci makamındaydı.
Bu makamın hakkını verebilecek nihayetsiz derin duygular, mükemmel latifeler
ve özelliklerle donatılmıştı. Seyrederek kavrayabilir, duyumsayabilir ve
duyumsadığınışuuruyla tartabilir, aklıyla yorumlayabilir, hamdedebilir,
şükredebilir bir varlık olarak, muhatap olduğu gerçekleri Rabbine karşı hem
hâliyle, hem de diliyle ilan edebilir bir konuma getirilmişti.
 
Özel bir varlıktı insan, bir köle olarak var edilmemiş, Hatib-i Ezelî’ye
özgür bir muhatap olacak yetenek ve donanımla yaratılmıştı. Bu dünya
hayatında asıl vatanı cennet olan kerim bir misafirdi. Cennette ise, namaz,
oruç hac, zekat yoktu. İslam’ın prensipleri, insanın bu perdeli dünya
hayatında Rabbine doğru giden yolculuğunun kolaylaşması ve riskli hallerden
kurtulup korunması için vardı. Allah’a ulaştıran bir yoldu İslâmiyet, amaca
varmak için bir vesile, bir araçtı.
 
İşte bu düşünceler nedeniyle olsa gerekti ki, hislerimde İslâmiyete karşı
derinlerde bir durulma oluşmuş, ibadetlerden lezzet alamaz hale gelmiştim.
Dikkatlice baktığım zaman bu düşüncelerde bir hata olmadığını görüyordum.
İslam gerçekten Allah’a ulaştıran bir yoldu. Rabbimin kelâmı Kur’an’da da bu
şekilde ifade ediliyordu. ‘Sırat-el mustakîm’ yani, ‘dosdoğru bir yol’
deniliyordu İslâm için. Bu noktadan bakıldığı zaman İslâm ‘amaç’ değil,
‘vesile’ydi. Cennette bilindik şekilde bir ibadetin olmayışı da insanın sırf
ibadet için yaratılmadığının deliliydi. İnsan bu dünya hayatında bir
üniversite öğrencisi gibiydi. Fakültelerdeki öğrencilere “siz burada
emirleri yerine getirmek için varsınız!” deniliyordu. Fakat öğrencilere
yöneltilen emirler ve isteklerin gerekçesi, onların yeteneklerinin
gelişmesiydi. İnsandan da bu dünya hayatında çalışması, emirleri yerine
getirmesi isteniyordu; ama bu istekler insanın olgunlaşması ve yükselmesi
içindi. İnsan emirleri yerine getirmek için yaratılmamış, emirler insanın
insaniyetinin açılıp gelişebilmesi için önüne çıkarılmıştı, doğruydu. Öyle
ise nerede bir eksiklik vardı ki, ibadetlerden Resûl-ü Ekrem’in aldığı
lezzeti alamıyordum. Sahabeyi büyüleyen, seccadeye bağlayan gerçek neydi?
Veysel Karanî’yi, Zeynel Abidîn’i, Mevlana’yı,Yunus’u kendinden geçiren
ibadetteki hangi gerçekti?..
 
Tüm bu düşüncelerle balkonda oturuyordum. Gökyüzünde tebessüm
ediyormuşçasına duran dolunaya nefis bir hava eşlik etmedeydi. Biraz yorgun,
biraz buruk bir ruh halindeydim otururken. Yorgundum, çünkü son iki haftadır
bu anlatmaya çalıştığım düşünceler yaşantımı tümden kaplar hale gelmişti. Bu
yorgunluğa duygularımı yoran başka olaylar da eklenmişti.
 
İşte böyle bir halde otururken Resûlüllah ile ilgili bir hadiseyi
hatırladım. Vefatından bir-iki gün önceki bir olaydı hatırladığım. Daima
hutbe verdiği minbere son çıkışı, arkadaşlarıyla vedalaşma tarzındaki son
hutbesiydi. “Muhakkak ki Allah bir kulunu dünyayı seçmek ile, kendi
katındakini seçmek arasında serbest bıraktı. O kul Allah nezdindekini tercih
etti.” demişti. Bu söz üzerine Ebu Bekir “Ama biz sana ana-babamızı,
canımızı feda ederiz Ya Resûlüllah” diyerek ağlamaya başlamıştı.
Resûlüllah’ın kendinden bahsettiğini, kendi vefatını haber verdiğini bir tek
Ebu Bekir anlamıştı. Arkadaşları anlayamamışlardı Ebu Bekr’in neden
ağladığını. Ebu Bekr’in bu hali üzerine Resûl-ü Ekrem “Sohbetiyle olsun,
malıyla olsun bana en ziyade ikramda bulunan Ebu Bekir’dir. Eğer, ben
Rabbimden başkasını halîl (dost) edinecek olsaydım, mutlaka Ebu Bekir’i
halîl edinirdim. Oysa, sizin arkadaşınız ancak Allahın dostudur, halîlidir.
Bizim aramızda ise islâm kardeşliği ve sevgisi vardır ve bu yeterlidir.”
demişti.[1]
 
Neydi bu ‘hillet’, bu derin dostluk ki, Resûl-ü Ekrem “sizin arkadaşınız
ancak Allah’ın dostudur” diyordu. “Bir başkasını dost edinemem” anlamındaydı
bu söz. “Arkadaşız, hem de seven arkadaşlarız, kardeşiz; ama dostluk ancak
Allah’adır ve dost ancak Allah’tır” demeye getiriyordu.
 
Dost manasındaki ‘halîl’ Arapça’da ‘ayrışım’ anlamındaki bir kökten
geliyordu. Bu da kelimeye “sen bir yana, herşey bir yana” anlamını
veriyordu. Ancak, “Sen bir yana, diğer her şey bir yana” manasını
hissettiğiniz, hakkında böyle düşündüğünüz biri sizin dostunuz olabilirdi.
Ve sizin hakkınızda böyle düşünen biri ancak sizin dostunuzdur demekti.
Beklentisiz, nedensiz, perdesiz hazır olan demekti dost. Hacda en fazla
tekrar edilen ‘lebbeyk’ lafzının anlamı buydu. Anladığım kadarıyla işte bunu
diyordu Resûl-ü Ekrem: “Dostluğun hakkını verebilecek olan ve dost olmaya
layık olan ancak Allah’tır. Samed’den başkası dost olamaz, Ehad’den
başkasını dost edinmemen gerekir! Yani, beklentisiz ve nedensiz yakınlığa
hazır olan, sebeplere takılmadan sebepsizce verebilecek olan yalnızca
Allah’tır. Her şey bir yana, sen bir yana diyebileceğiniz yine ancak ve
ancak Allah olmalıdır.”
 
Evet öyleydi. Günahlarımı bilen ve bağışlayabilen ancak O olabilirdi. Ancak
O’nun rahmeti beni temize çıkarabilirdi. Yetmezdi, yetemezdi bir başkasının
gücü beni affetmeye… Kalbimin en derin ihtiyaçlarını yerine getirmeye, bir
zamanlar en aciz günlerimde yanımda olanlar dahi güç yetiremezlerdi. Yoktan
var etmeye kudreti yeterli olan, kabirden sonra da ikram etmeye muktedir
olan ancak Allah’tı. En ince, en derin hislerimi perdesizce bilen ve ikram
eden de yalnızca O idi, hem de mecbur olmadığı halde…
 
Öyle değil miydi? Şu gökyüzünün ihtişamı içerisinde bu tebessüm eden şirin
Ay’ı hangi zorunlulukla asmıştı gecelerimize. Ay’la tebessüm eden kimdi? Onu
tebessüme getiren rahmetinden başka neydi? Ay’ı gören gözümü bana vermeye
O’nu mecbur eden bir sebebim var mıydı? Tutan ellerimi, yürüyen ayaklarımı,
işiten kulaklarımı, şuurumu, kalbimi, aklımı hangi zorunlu gerekçeyle
vermişti? Bu nimetler nasıl bir mecburiyetle önüme serilmişti? Görünen o ki,
gözümün gördüğü, hayalimin eriştiği her şey, sebepler üzerinde, ama sebepsiz
ikramından, ihsanından, rahmetinden başka bir şey değildi…
 
Nasılki sizi evine davet eden ve sizden en ufak bir beklentisi olmayan bir
arkadaşınızın, siz daha gelmeden sizin sevdiğiniz yemekleri, yatacağınız
yeri, sizi sevebilecek hizmetkarları hazırlamaya girişmesi, bu arkadaşınızın
size olan sevgisinin ciddi bir delilidir. Ve aynı zamanda bu yapılanlar
sizinle yakınlığa, yürekten dost olmaya bir davetiyedir. İşte, Alemlerin
Rabbi olan Allah, herşeyden yüce, hiçbirşeye muhtaç olmadığı halde bizi
kendi mekanına davet etmişti. Hem de biz gelmeden önce sevdiğimiz ve
sevebileceğimiz herşeyi hazırlamıştı. En aciz olduğumuz zamanlarda bizi en
fazla seven ve bize en sevgili olan hizmetkarlarını emrimize vermişti.
Gözlerimizi açtığımız yüzler, yüzlerin en sevgilileri, gördüğümüz gökyüzü
mavilerin en güzeliydi, sevmiştik. Toprağın kahverengisini, denizin
mavisini, ağacın yeşilini tereddütsüz beğenmiştik. Bize ikram ettiği
ellerimizi, ayaklarımızı, gözlerimizi dünyalara değişmezdik. Oysa mecbur
değildi bunca güzelliği bir arada yaratmaya, bunca ikramın hiçbirini
yapmaya… Öyle ise mecbur olmadığı halde bu kadar ikramlara boğması dostluğa
ık bir davetten başka bir şey olamazdı.
 
Nihayetsiz bir sukunet ve tevazuyla “Ben gelmeye hazırım, ya siz hazır
mısınız? İkram etmeye hazırım, benim verdiklerim müstesna ikram edecek bir
şeyiniz yok, esirgeyecek misiniz? Ben sizden gelecek her türlü sıkıntıya,
mihnete razıyım, yeter ki af dileyin bağışlamaya hazırım, ya siz benden
gelebilecek sıkıntılara katlanmaya sabredebilecek misiniz? Çağırın,
çağrınıza icabet etmeye hazırım, siz benim çağrılarıma açık mısınız? Ben
dostum!” diyordu yücelerin yücesi Allah. “Ya siz dost musunuz?”…
 
Lebbeyk! Allahümme lebbeyk!…
 
“Keşke bizi de çağırsa” demiyor muyduk dost için, dosta dostluğu ispat için.
“Hazırım!” diye dostluğumu ilan edebilmem içindi çağrılar, ibadetler bunun
içindi. İcabetin olmadığı bir dostluğun tasavvuru elbette mümkün değildi.
Mümkün bir dostluğu daha kurulmadan iptal etmek, kurulmuş bir dostluğu riske
etmek için acaba kaç çağrı beklemem gerekirdi?
 
İşte çağırıyordu. Her çağrı birbirinin aynı gibi görünse de yepyeniydi,
içtiğim su gibi, yediğim ekmek gibi… An değişmiş, gün değişmiş, kainat
değişmişti. “Lebbeyk!” dememiz gerekmez miydi ezanı işitince? Ehad olan Zât
ile bire-bir bir görüşme olan namaz çağrıların yücesiydi. Rastladığım bir
muhtaç, ziyarete muhtaç bir hasta, yardıma muntazır bir zayıf O’nun birer
çağrısıydı. Oruç çağrısıydı Samed olan Allah’ın. Sahur bir çağrı, iftar bir
çağrıydı. Vakti gelince esirgemeyecektik O’nun verdiğini, zekat Rahman-ur
Rahim’den bir çağrıydı. Hac ise zirvesiydi çağrıların. Bir meyvenin ağacı
çekirdeğinde barındırması gibi, kainat ağacının nihayetinde asılı olan ve
kalbinde kainatı saklayan insanın, insaniyetinin bütünüyle yaşadığı çok
yönlü bir yönelişti. Tavaf ile dönüp durmak Zât’ına ulaşılmazlığın bir
ifadesi, kalplerde ulaşılmazlığıyla oluşan sancıların eridiği yer ve haldi.
Perdelerin parçalandığı yerde ve anda sessiz bir çığlık gibiydi Vakfe…
 
“Derya olunca nefes,
 
Parelenince kafes,
 
Tâ kesilince bu ses,
 
Çağırırım dost, dost diye!” İşte böyle diyordu Niyaz-ı Mısrî…
 
Şimdi ne kadar isterdim hacda olmayıİhrama girerek fiilen “Sen! yalnızca
Sen!” diyebilmeyi… Ka’benin etrafında dönebilmeyi, dönerek eriyebilmeyi…
Allah’ın halîli İbrahim’in makamında yüreğimin en inceldiği, en yakına
şğü bir noktadan secde edebilmeyi… Arafatta çağrıya durabilmeyi… İlle de
“lebbeyk!” diyebilmeyi… “Lebbeyk! Allahümme lebbeyk! Lebbeyk, lâ şerike leke
lebbeyk!”…
 
Şimdi artık ben çağrılara, çağrılar bana dost, kulaklarım ezanlara muhtaç ve
müheyyâdır. Yüreğim asılıdır.. asılı kaldı çağrılara…

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol